gark

“merhabana merhaba,” dedi.
oturduğumda masasına, başını kaldırmadan.
eski tip, paslı bir çakmağı vardı önünde; aldım elime. soğuktu. kullanıldığından değil, unutulmuşluğundan.
çaycıya işaret ettim, konuşmadım. zaten o da konuşmayı sevmezdi. biz, kelimelerin altına saklananlardan değildik. üstüne basanlardandık.

yine kareli gömleğini giymişti.
kollarını iliklememiş, yakası bir tarafa kaymış.
hoşuna giden değil, o gün bulduğu şeyi giymişti. belli.
tıraş da olmamıştı günlerdir.
yüzüne kazınan çizgiler, sakallarına inat daha sertti.
bütün o kasvetiyle damarlarımı sıkıştırıyordu sanki.
boğazıma oturmuş bir yumru gibiydi varlığı.

o gün keyfim yerindeydi. ta ki onu görene kadar.
yüzü gülerdi ama, ne gülmek.
bir yara gibiydi gülüşü. kabuk bağlamamış.
derdinin ne olduğunu söylemezdi. ama her şeyi eksik anlatırdı.
içinden çıkamadığı şeylerin adını bilmezdi ama hepsine mahkumdu.

bir sigara söndürdü, dumanı gitmeden diğerini yaktı.
kül tablası ceset dolu bir mezarlığa dönmüştü.
tahta çaycı tablasına defalarca çarptı diziyle.
önceden rahatsız edici olan ses, artık fon müziğimizdi.
çaylarımızı sessizce içtik.
şekerli içerdi o. sonuna kadar, sonuna kadar tatlı.
hayatın acısını kırmaya yetmezdi ama yine de direnirdi.

sonra birden konuştu.
baktı, sanki bütün sokaklara aynı anda:
“sevmediğin bir kadınla… sevmediğin bir hayata atılıp aile kurmak,” dedi, “intiharın başka bir biçimi değil midir sence?”
biraz durdu.
“en acısıdır bence,” diye ekledi sonra.
dudağındaki sigara titriyordu ama sesi sakindi.

“bu,” dedim, “zorunda olduğun bir ev değil.”

“hayır,” dedi. “zorunda olduğum hayat.”

çay bardağını biraz çevirdi, içini izledi.
dibinde kalan telvede ne gördü bilmiyorum.
ama ben baktıkça boğuluyordum.

birden ayağa kalktı.
çakmağını elimden aldı.
masayı avucunun tersiyle sildi.
sanki pisliği değil, geçmişi siliyordu.
paltoyu omzuna attı, eğilip kulağıma fısıldadı:
“beni anlaman gerekmiyor. sadece şunu bil: bazı hayatlar yaşanmaz, sadece biter.”

peşinden çıktım.
hava ağırdı.
egzozla boğulmuş, geçmişle kokan bir gecenin içindeydik.
konuşmadık.
çünkü biz ne zaman konuşsak, içimizde bir şey daha ölüyordu.

alt geçidin oraya geldiğimizde durdu.
gözleri parlıyordu ama o parıltı, ışık değildi.
delik bir karanlıktı.
birkaç teneke kutu devirdi ayağıyla.
bir evsiz çadırının kenarına çarptı omzuyla ama dönüp bakmadı bile.
yağmur başlamadı ama ıslanmış gibiydi.
sırılsıklam bir yıkım gibi yürüyordu.

sonra…
o an geldi.
bana döndü, bakmadı. ama döndü.
sadece bir cümle kurdu:
“çıkışı olmayan yerlerde beklemek intihardır.”

ve köprü korkuluklarından aşağı bıraktı kendini.
sesi çıkmadı.
sanki hep oradaydı da biz görmemiştik.

ben o an, ilk defa korktum.
ve ilk defa, huzur duydum.
çünkü onun gittiği yerde, hiçbir şey eksik olmayacaktı.

bir saat sonra, polisler gelmeden önce,
ben de onu izler gibi, aynı yerden…
aynı boşluğa adım attım.

ikimizin de sonu, kimsenin hikayesinde yer etmeyen bir dipnota dönüştü.
ama orada, o gecede,
birbirimizi ilk kez gerçekten anladık.