sabah alarmı

Sabahları iyi gitmiyor hiçbir şey.
Yani genel olarak iyi gitmiyor ama sabahları biraz daha beter.
Geceleri sanki daha dayanılır.
En azından gece herkes biraz daha kırık.
Daha anlaşılır.
Sabah kimse kırıklarını göstermiyor.
Herkes giyiniyor, hazırlanıyor, rolünü oynuyor.
Ben de öyle yapıyorum.
Kahvemi yapıyorum, çantamı alıyorum, gülümsüyorum.
Ama içim hep geç kalmış gibi.
Bir yere değil, birine de değil…
Sadece her şeye.

Bazen aynaya bakınca tanımıyorum kendimi.
Hani biriyle uzun zaman görüşmeyince, sonra karşılaşırsın da
"Bu muydu lan bu?" dersin ya…
Kendime onu diyorum.
"Bu muyum ben?"

Gece başka biri oluyorum.
Daha güçlü değil.
Ama daha dürüst.
Ne hissediyorsam, ne düşünüyorsam ortaya döküyorum.
İki bira içmiş gibi değil, iki yıldır susmuş gibi.
Kendimle konuşuyorum.
Bazen dışımdan da.
Küfrediyorum, hatırlıyorum, dalıyorum.
O sırada her şey gerçek.
Ama sabah?
Sabah her şey yalan oluyor.
Gece düşündüğüm, inandığım, hissettiğim her şey yalan gibi geliyor.
Ve bu döngü bitmiyor.
Geceleri kendimi buluyorum,
sabahları kaybediyorum.
Her gün.
Hiç şaşmadan.

İçimde iki kişi var:
Biri küfrederek hayatta kalan.
Öbürü sessizce her şeye razı gelen.
Birbirlerinden nefret ediyorlar ama mecburen aynı bedende yaşıyorlar.
O yüzden sürekli huzursuzum.
Nereye gitsem tam oturmuyor.
Kimle konuşsam tam anlatamıyorum.
Ne yaparsam yapayım, hep biraz eksik kalıyor.

İnsanlarla konuşmayı da unuttum sanki.
Herkes yüzeyde.
Konu hep havadan.
Benim kafam hep dipte.
Anlatamıyorum.
Anlasalar da dinlemiyorlar zaten.
Kimse kimseyi duymuyor artık.
Sadece sırası gelen konuşuyor.

Öyle işte.
Sabahları ölürüm ben.
Ama kimse fark etmez.
Çünkü hepimiz biraz ölü gibiyiz zaten.
Sadece hâlâ nefes alıyoruz diye yaşıyor sayıyorlar bizi