Dilin iki tarafı

Bilinç yok. Yani biz sandığımız kadar “özgün” değiliz. Tek farkımız, kelimelere şekil verebilmemiz. Dili yaratmışız, sonra o dil bizi yaratmış. Ad koymuşuz her şeye, sonra o adların altında ezilmişiz. Bir şeyi tarif edebiliyor olmak, o şeyi anlamak sanılmış. Oysa anlam dediğimiz şey; sadece titreşen seslerin havada yankılanması, ve biz o yankılara kutsallık atfetmişiz.

 

Dil; hayatta kalmamız için yaratılmış bir hastalık. Çünkü onunla soyutlayabiliyoruz, ama o soyutlama dediğimiz şey... büyük bir illüzyon. Zaman mesela. Benlik mesela. Hayal, iç ses... Hepsi olmayanın diliyle var olmuş. Beyindeki kimyasal kıpırtıların, ağza dökülen şekli sadece. Ve biz, dili ne kadar iyi biliyorsak o kadar çok anlam yüklüyoruz kendimize.

 

Elbette işe yarıyor. Bu yazıyı okuyabiliyor olman, o lanetin işlevselliği. Ama her güçlü aracın bir yan etkisi vardır. Dili, kendimizi hasta etmeye kadar kullandık.

 

Soyutluk, o yan etkilerden en büyüğü. Olmayanı düşünebilmek… Lanet de burada başlıyor zaten. Küfür, yalan, ırk, dedikodu, sanat… Hepsi dilin doğurduğu çocuklar. Ve elbette benlik. Ve o benliğin kaygısı: gelecek. Dile sahip olduğumuz için vesvese kurabiliyoruz. Daha olmamış bir günü yaşayabiliyor, başımıza gelmemiş şeyler yüzünden ölebiliyoruz.

 

Para bile böyle doğdu. Kelimelere anlam yükleyebildiğimizi fark ettiğimiz anda, her şey bir oyuna dönüştü. Her kavram bir ağırlık taşıyor artık. Ve insan olmayanı var edemediği için, yeni bir şey yaratmak için bile geçmişe başvuruyor. Her yeni karakter, birleştirilmiş eski kırıntılar. Ve bu birikim, zihne yük. Çünkü beyin, ne kadar çok kavramla karşılaşırsa o kadar çok düşünür. Ama her düşünce, biraz daha yorar. Dil; düşünceyi açar ama huzuru kapatır.

 

Ve işte en ağır yan etkisi: ölüm bilinci.

 

Dil sayesinde öğrendik. Öğretmeye başladık. Hafızaya kazıdık. Bu bilgi bizi insan yaptı, ama aynı zamanda delirdiğimizin de belgesi oldu. Çünkü herkes deli. Hepimiz öleceğimizi biliyoruz ama buna rağmen plan yapıyoruz, gelecek kuruyoruz, sigarayı bırakıp spora başlıyoruz. Komik. Çünkü bir gün sonra saçma bir sebeple ölebilirsin. Ve bu ihtimal, her zaman vardı.

 

Öyleyse neden korkmuyoruz? Mantıksız bir cesaretin içindeyiz. Ve aslında, ölümün en çok yaklaştığı anlarda, en az korkmamız gerekiyor. Çünkü o an, belirsizlik azalmıştır. Ama işte... insanı belirsizlik değil, kesinlik delirtiyor.

 

Hayvanlarda yok bu. Çünkü dilleri yok. Çünkü düşünceleri yok. Çünkü “gelecek” yok. Anda yaşıyorlar, plan yapmıyorlar, bedenlerini saklamıyorlar, utanmıyorlar. Biz ise yüksek binalar dikiyoruz, içimize sığmıyoruz. Hayvanlar ölümden korkmaz. Ölüm anında tepki verirler, ama o ana kadar ölüm yoktur onlarda. Çünkü düşünce yok.

 

Ve bu yüzden onlar daha dürüst. Daha mert. Ne avını kandırır, ne avcısından saklanır. Ama biz... Biz doğanın en üçkağıtçı türüyüz. Mızrak yaptık, sonra kılıç, sonra silah, sonra tank... Hayatta kalmak için mi? Hayır. Korktuğumuz için. Hem de düşündüğümüz için korktuk.

 

Biz dili yarattık, ama o bizi yönetti. Lanetimizi devraldık, onu soyumuza aktarıyoruz. Çünkü her canlı var olmak ister. Evrim bunu gerektirir. Ama bizim evrimimiz; bir hediye değil, ağır bir yük gibi.

 

Eğer hayvanların bilinci olsaydı, bize bakar ve şöyle derlerdi:

“Keşke bu hale gelmeseydiniz.” ve belki de atalarımız nasıl biri olacağımızı bilselerdi ürerlerdi ama dua ederlerdi:

 “Bunlar umarım bizden sayılmazlar.”

 

Absürdüz. Çok absürdüz.

Ve bu, artık inkâr edilemez.